TUFEYLİ

Osman Pala | 2008-10-02 03:40:11
Yanmış harmanın \"öşür\"ü olmaz demişti,çok şaşırdım hiç öyle bir şey duymamıştım o güne dek. Güldü yüzüne baktığımda. Tertemiz bir yüzü vardı,nurluydu, küçücük zeytin gözleri hep güldüğü izlenimini veriyordu, gönlü yüzüne aksedenlerdendi.

Köye gittiğimizde ilk tanıdığım kişilerden biriydi. Kurban bayramıydı, köy meydanındaki kahveye götürdüklerinde görmüştüm kendisini, elini öptüğümde kimlerden olduğumu sorup aynı dedeme benzediğimi söylemiş, başımı okşamıştı. Pek benzemiyordu oradakilere, giyim tarzı ve konuşması ile bir başkalık sezmiştim kendisinde. Diğerlerinin konuşmalarını tam anlayamıyordum kullandıkları şive nedeniyle. Sevinmiştim ama hepsi o kadardı.

Yaz gelmiş sıcaklar bastırmıştı, kısa pantolonlarımızı giyip kardeşimle beraber köy meydanına indiğimizde (pek alışılmış bir şey değildi kısa pantolonla gezmek köy içerisinde) aynı yerde oturuyor gördüm kendisini;bastonunu bacaklarının arasına almış çayını yudumluyordu. Koşup elini öptüğümde gözlerindeki ışıltıyı gördüm. Küçücük kısık gözlerindeki derinlik şaşırtmıstı beni.

Yanına oturmamızı söyledikten sonra gazozları ısmarlamıştı bile. çocuk hayranlığı ile süzüyordum kendisini oldukça kısa boyluydu, köylükte yaşamasına rağmen çizgili takım elbisesine uygun(köylülerin medeniyet yular dedikleri) kravat takıyordu. Kendisi ile ilgilendiğimi anlamış olacak ki sorularını daha çok bana yöneltiyordu,aldığı cevaplardan sonra da sağa sola dönüp: "Gördünüz mü? Vitrin seyretmiş,kaldırım çiğnemiş adamın hali başkadır" diyordu. çelişkili geliyordu bana.Babam ise "bundan adam olmaz" diyordu devamlı.

Babamdan izin alıp bizi gezmeye götüreceğini söylediğinde ise çok sevinmiştik. Hoca Ahmet Amca'nın adını da öğrendik bu arada,öyle diyorlardı kendisine.Yola çıktığımızda ise arkadaşım gibi hissetmeye başladım kendisini. Mezarlığa götürdü ilk önce, "şu kişi falan,bu kişi felan" diyerek akrabalarımızın mezarlarını gösterdi bize. O sıcağa rağmen ürpermiştim.çıktığımızda ise içine lokum sıkıştırılmış bisküviler ikram etti (kremalı bisküviler pek yaygın değildi o yıllarda,hele köylük yerde!!). Epey yürüdükten sonra bulunduğumuz tepelerin sonuna gelmiştik.

Elinde bastonu karşıdaki dağları gösteriyordu. Oradan geldik, şu karşıki tepenin ardında kaldı köyümüz diyordu. Balkan Harbi'nden sonraki çetelerin kendilerini teziktirdiğini, göç etmek zorunda bırakıldıklarını, bu arada tüm yılın alınteri olan ürünlerini daha harmanda iken zorla kaldırdıklarını, tüm olanlardan sonra ellerinde bir şey kalmamasına rağmen Osmanlı'nın vergi toplama işini ihale ettiği AYAN'dan bazı çapulcuların da kendilerine ne kadar eziyet ettiklerini,bu kez de harman vakti ürünün bir kısmını saklayıp geri kalanını kendileri yakarak öşür toplamaya gelenleri geri gönderdiklerini anlatıyordu "yanmış harmanın öşürü olmaz evlat" diyerek.

Hayranlığım daha da artmıştı kendisini dinlerken. Atatürk geldi bunların hepsini kaldırdı ama bu insanlar hep aramızda.Fırsat bulmayagörsünler gün yüzüne çıkar,bu milletin kanını emmeye başlarlar yine. Bu kısımları tam anlayamıyordum "nasıl olur da insan kan emer?" diye soruyordum kendime.Ehh cevabı bulmakta pek gecikmedim..

Güneş beynimizi buharlaştıracak gibiydi aynı yerde ve ayakta konuşuyorduk epey bir vakittir. Farkına vardığında elindeki bastonu yanımızdaki nadasa bırakılmış tarlaya (bulunduğumuz yer yemyeşil,diz boyuna gelmiş bir ekin tarlasıydı) doğru salladı. üzerinde bol miktarda çakır dikeni olan tarlaya yürüdük,dizlerime kadar gelen bir dikenin yanında durmuştum onu göstererek "bu gördüğün çakır dikeni toprağın öz oğludur" dedi,sonra ekin tarlasına dönerek "iste bu da üvey evlat". "ınsanoğlu öz evladını çeker bağrından alır veee böğrünü deşerek aha gördüğün gibi işte..." dedikten sonra gülerek bastonuyla çakır dikenine vurdu.

Şaşırmıştım çok yanmıştı canım, yarı ağlamaklı "neden?" diye sorduğumda ise yine güldü: "Bu sana birinci ders." dedi. "Diken ayağına batmasaydı, anlattıklarımın hepsini unutacaktın ama ya şimdi?... ömrün boyunca unutamayacaksın..."

***

Bitmişti kurban bayramı ama hala bayramlıklarımızla geziyorduk.Misafirliğimiz sürüyordu ne de olsa. çok hoştu bu misafirlikler, doğup büyüdüğüm yerlerdekinden farklıydı biraz. Bir yere gittiğimizde üç gün yatılı kalıyorduk. İlginç yemekler çıkarılıyordu sofraya; yer sofrası deniyordu, büyükçe bir peşkir seriliyordu yere, üzerine irice bir "kasnak" sonra da evin misafir ''sini''si yerleştiriliyordu üzerine.

Başka misafirler de geliyordu bu arada hısım akrabadan.öyle ya kırk yılın başı DEDEOĞLU gelmişti köye,öyleymiş lakabımız... Sofra kalabalık olduğunda, erkekler ayrı yerlerdi.Ben de katılmıştım bu sınıfa, artık çocuk degildim!!!. Oysa bilmiyordum ki misafir olduğumuzdanmış.

Yine bir akşam yemeğine davet edildik babaannemin ablasının evine, evin büyük oğlu Hasan Amca daha öğlenden çağırdı beni. Kendisine yardım edeceğimi söyleyince çok sevinmiştim! Hayvanlara yonca biçecekmişiz. Oysa ne olduğunu bilmediğim bir şeydi ama yardım etmeyi çok seviyordum. Kardeşimle beraber gittiğimizde evin hanımları,yengeler ve halalar çok sevindiler.Bahçedeki fırından mis gibi kokular yayılıyordu etrafa;üffff tava ekmeği yiyecektik. Evin büyük gelini fırının önünde oturmuş sevecenlikle,gülümseyerek bize bakıyordu.

- Kim bu kızanlar mara?
- Abe bilmeyimisin Dede Osman'ın torunları bunlar. 

Koştuk yanına hemen. Çok sevimli ve candan biriydi yenge.Bu arada fırının ağız kısmına çektiği küçük tavayı çıkarıp ters çevirdi. Ekmeğin dumanları tütüyordu daha.Islak bir bezle (ekmeğin kabuğu kalınlaşmasın diye) silip dokuma bir beze sardı, "bekleyin biraz" dedi. Hala ise elinde bir çanakla geldi,birde ne göreyim hakiki manda yağı! Ağzımın suları akıyordu adeta. İstanbul'a misafirliğe gelenler getirirdi hep, ondan biliyordum.Bazen inek yağı getirenler de olurdu, onun kadar sevmezdik. Bütün çocukları çağırdı,herkese birer parça koparıp içine de birer topak tereyağından koyuyordu. Hemen erirdi sıcak ekmeğin içinde sünger gibi olurdu. Isırdıkça ağzımızın kenarlarından süzülürdü (annemin en çok kızdığı manzara) lezzeti;üffffff enfes oluyordu.

İkindi vakti gelmişti Hasan Amca. "Hadi bakalım ıstanbullular,arabayı koşun" dediğinde hiç bir şey anlamamıştım. Meğerse boyunduruğu öküzlerin boynuna geçirmekmiş. çok seviniyorduk arabayı biz süreceğiz diye. Yonca tarlasına
geldiğimizde etrafın yeşilliği çıldırttı adeta,mis gibi kokuyordu her taraf. Hayvanları otlasın diye saldılar,Hasan Amca da bize hep bir şeyler buyuruyordu; şunu getirin bunu getirin diye, tepkilerimizi ölçüyordu sanki. Bir ara sigaramı getir dedi nerde olduğunu sorduğumda "Setre" ye bakmamı söyledi.Gittim ama setre ne bilmiyordum ki! Kendisine baktığımda bıyık altından güldüğünü gördüm,"sen de hiç bir şey bilmeyisin beyaaa" dedi. "Ceketin cebinde" dediğinde bayağı şaşırmıştım.

Yonca tarlasının etrafı sık çalılarla çevriliydi. çalıların üzerindeki meyveleri tanımıştım (ıstanbul'un köylerine pikniğe gittiğimizde bol bol yemiştik bir kez) ama ismini unutmuştum.Ne olduğunu sorduğumda bilmiyorum diye güldüler. "Karamuk" (ahududu) dediler. Elimi kolumu yırta çize epey yedim,her tarafım üzerime mürekkep dökülmüş gibi oldu adeta ama çok lezzetliydi ve değerdi gerçekten..

Kategoriler